Sepetim 0
Sepetinizde ürün bulunmuyor

Yusuf Akçura’nın Ortadoğu İzlenimleri

Mektuplar, hatıratlar, gezi notları müfredat dışı tarih vesikaları olarak değerlendirilebilir. Resmi, soğuk, kurgulanmış tarih anlatılarının aksine bu türlerdeki yazılar ve bu yazıların kitaplaştırılmış halleri sıcak, samimi ve ilgi uyandırıcıdırlar. Aynı zamanda vakıaları birinci elden göstermeleri açısından ayrıca büyük önemi haizdirler. Bir yerdeki iktisadi durumu, sosyal yaşantıyı, savaş ve barış hallerini, dostlukları ve düşmanlıkları görmek açısından bu kaynaklara başvurulması yerinde olacaktır. Resmi söylemin açıklarını, yalanlarını ve propagandalarını en güzel şekilde buralarda görebiliriz.

Osmanlı’nın son dönemlerinde, II. Meşrutiyet yıllarında yaşayan ve önemli bir fikir ve siyaset adamı olan Yusuf Akçura’nın Suriye, Lübnan ve Filistin gezileri, orada gördükleri karşısındaki düşünceleri, bölgenin içinde bulunduğu sosyo/kültürel duruma dair tespitleri ve gözlemleri Ötüken Neşriyat tarafından ‘Suriye Ve Filistin Mektupları’ adıyla kitaplaştırılıp yayınlandı. Ayrıca gezilen yerlerdeki eğitim ve basın dünyasına ait değerlendirmelerde önem arz ediyor. Kitap İsmail Türkoğlu’nun sıkı ve yorucu çalışması sonucunda hayat buldu. Kırım Türklerinden olan Akçura’nın mektuplarını okurken çok keskin bir gözlemci zekâsıyla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. Gezdiği yerlerdeki her durumu en ince ayrıntısına kadar inceliyor, gidişat üzerine kafa yoruyor. Gezdiği yerlerin ileri gelenleriyle derin sohbetlerde bulunuyor. İsmail Türkoğlu’nun da dediği gibi Akçura solcular tarafından milliyetçi olduğu için, sağcılar tarafından nedensiz yere sevilmemiş. Geleneği eleştiriyor, miskinliği sevmiyor, siyasi/politik aktivite içinde, hurafelere karşı…  

‘Suriye ve Filistin Mektupları’ Rusya’nın Orenburg şehrinde yayınlanan Vakit gazetesine gönderilmek üzere kaleme alınan mektuplardan oluşuyor. Akçura Hacca gitmek maksadıyla 1913 yılında Hicaz yolculuğuna çıkıyor. Suriye, Lübnan, Filistin, Kudüs ve Mekke, Medine… Mektupları okudukça çok ilginç ayrıntılar göze çarpıyor. Bizim için hiç de iyi sonuçlar doğurmayan bir gidişatın başlangıcı, bölgeye buralardan oldukça uzak olan Rusya, Fransa, Almanya, İngiltere ve Amerika’nın yoğun ilgisi, bu devletlerin siyasi ve kültürel olarak çok fazla çalışmaları dikkat çekiyor. Yani kendini oraların sahibi olarak gören Osmanlı kolunu oynatmazken Avrupa ve Amerika bölgeyi ele geçirip kendilerine bağlamak için adım adım ilerliyorlar. Okullar, kiliseler, maddi yardımlar, hastaneler… Aslında dünle bugün arasında değişen pek bir şey yok. Dün Avrupa ve Amerika oralara kültürünü götürerek yerleşme hevesindeydi. Bugünse buraları askeri üs, karakol, imtiyazlı bölgeler yaparak bölgeye sahip olma amacında. Bizse hâlâ buraların bizim olduğunu sayıklıyoruz, ne kültür adına ne de sosyo/ekonomik alana dair bir şey yapmıyoruz. Bölge habire bizden uzaklaşırken, avuçlarımızdan kayarken gaflet içinde seyrediyoruz. Binlerce şehit kanıyla suladığımız topraklardan Türk’e düşman yetişiyor. İsmail Türkoğlu’nun dediği gibi coğrafyayı vatan yapamamanın sızısını her dem hissediyoruz ve hissetmeye devam edeceğiz.

Akçura Bey gittiği yerlerde -özellikle Beyrut-  karşılaştığı mimari manzarayı iç parçalayıcı bir şekilde tasvir ediyor. Beyrut’ta ilk dikkatini çeken ve şehri kaplayan bütün büyük binalar yabancıların. Bunların hemen hepsi de yabancı okullar. Beyrut’ta Fransızların, Amerikalıların, İngilizlerin, Rumların, Ermenilerin Yahudilerin okulları var. Hepsi de düzenli, pırıl pırıl. En az okulu olanlar Türkler ve Müslüman Araplar. Bunların okulları da derme çatma. Suriye’de düzen, intizam, ahlak diye bir şey kalmamış. Devlet görevlileri sesini çıkarmıyor. Tam bir anarşi mevzubahis. Osmanlı’nın buralarda hiçbir etkisi kalmamış. İmparatorluğun ıslahat yapma düşüncesi çok ta dikkate alınmıyor aslında. Oralardaki yerleşik kanı Türklere daha doğrusu Osmanlıya muhalif bir anlayışa kaymış durumda. Herkes büyük bütünden kopup kendi hikâyesinin peşinden koşma hevesinde. Yusuf Akçura’nın harika tespitiyle Avrupalılar Suriye’yi yiyip yutmaya çoktan karar vermişler. Milyonlarca para harcanıp okul, hastane, yetimhane açılmış. Yerli halktan Avrupalılar lehine gazete yayınlayanlar bile var. Osmanlıya düşmanlığın tohumları sinsice atılıyor. Osmanlı bürokratları, memurları hiçbir iş yapmadan vakit dolduruyorlar. Aynı günümüz Türkiye’sindeki gibi. Beyrut’ta Türkçe kitap satan kitapçı yok gibiymiş. Türkçe gazete okunmuyor, tiyatro oynanmıyor, Türk eşyaları satılmıyormuş. Yani kültür ve medeniyet adına koca bir sıfır.

Akçura İstanbul’dan Beyrut’a giderken ve Beyrut’ta Fransız Medeniyetinin hâkim olduğunu yazıyor. Fransız gemisinde Arap, Türk herkes Fransızca konuşuyor. Fransız Edebiyatı övülüyor. Beyrut’tan ayrılıp Filistin’e giderken ise bu durumun değiştiğini söylüyor. Bu seferde Alman Medeniyetinin etkisi hissediliyor. Filistin’e gitmek için bindiği gemide çoğu Alman olan ya da Almanca konuşmak zorunda kalan Yahudilerden bahsediyor. Geminin her yerine Alman Medeniyeti sinmiş. Filistin’de de Müslüman Arapların yaşadığı yerler içler acısı. Okulların önünden lağımlar akıyor. Yahudilerin kurduğu koloni şehri Tel Aviv ise modern görünümüyle kendini gösteriyor. Düzenli, pırıl pırıl bir şehir. Okulları ha keza… Türklerin yönetiminde bulunan Filistin’de Türk Lirası geçmiyor. Yazar, burada çok önemli bir ayrıntıya da dikkat çekiyor. Geleceğe projektör tutuyor da diyebiliriz. Yahudiler istedikten sonra burada Yahudi Devleti kurulması için hiçbir maninin olmayacağını belirtiyor. Özellikle Teodor Herzl Lisesi’ni ziyaret ettikten sonra. Bilindiği üzere Teodor Herzl Siyonist İsrail Devletinin kurulmasında çok önemli bir role sahip. Bu devletin fikir babalarından. Aslında bir gazeteci. Dünyadaki Yahudileri bir kongrede bir araya getirerek Filistin’de Yahudi devleti kurulması için herkesi ikna ediyor. Nitekim Akçura’nın öngörüleri birer birer gerçekleşiyor. Bölge elimizden çıkıyor ve Yahudi İsrail Devleti coğrafyaya bir bıçak gibi saplanıyor.

Suriye ve Filistin Mektupları bugünü anlamak ve anlamlandırmak için geçmişi önümüze seriyor. Aslında değişen hiçbir şey yok. Dün Osmanlı son dönemlerinde kendi sınırları ve etrafındaki olayları anlamaktan ve olaylara müdahale etmekten uzaktı. Bugün Türkiye Cumhuriyeti yanı başında meydana gelen olayları anlamaktan ve yorumlamaktan maalesef çok uzak. Vakıalara bakışımız gerçeklikten kopuk bir halde. Bölgeyi adam gibi tanıyan uzmanlarımız neredeyse yok gibi. Suriye, Filistin ve diğer toplumların sanatı, edebiyatı, dili, şiiri, sosyal yaşamı üzerine derinlikli hiçbir araştırma, çalışma yok. Ne kendimizi tam anlamıyla tanıyabiliyoruz ne de çevremizi… Gerçekleri görmemek, hakikat nidalarını duymamak için kör ve sağır bir vaziyette dolaşıyoruz. Zamanında Osmanlı’nın yurdu olan memleketlerde Osmanlı parası kullanılmıyordu. Devlet disiplini, otorite denen hiçbir şey kalmamıştı. Kalmadığı gibi türlü vergilerle halka zulmediliyordu. Kopuş hızlandırılıyordu.

Yusuf Akçura meselelere tek bir boyuttan yaklaşmıyor. Hani bugün biz coğrafyamızdaki her türlü olumsuzluğu dış güçlere, yabancılara bağlıyoruz ya O bunun sağlıklı bir yaklaşım olmadığını biliyordu. Dış güçlerin yanında devletin de yapması gerekenleri yapmadığını görüyor ve söylüyordu. Demek ki bunca yıldır tarih tekerrür etmiş ve bizler hiç ders almamışız. Durumlar bunu gösteriyor.

‘Suriye ve Filistin Mektupları’ dikkatle okunmayı hak ediyor. Mektuplar adeta bölgenin fotoğrafını çekip önümüze koyuyor. Aslında mektupların her satırı ‘Balkan Harbi’ hezimetini yaşamamak için birer uyarı niteliğinde ama kimse duymamış zamanında. Tarihin aleyhimizde bir daha tekerrür etmemesi için düşünmek ve harekete geçmek gerekir. Bilgiyle, tecrübeyle desteklenen bir eylemlilik…     



Kitabınız sepetinize eklendi
Kapat