Sepetim 0
Sepetinizde ürün bulunmuyor

Şehsüvâr-ı Cihângîr FÂTİHNÂME Hakkında

Yazı sanatlarından edebiyatın, bir kardeşi mûsikî ise, diğer kardeşi târihtir. Târih yazarlarının çoğu, aynı zamanda edebiyat sâhasında başarılıdırlar. Târihî Türkçeyi kusursuz kullanabilenlerin makaleleri ve kitapları büyük bir zevkle okunur.

‘Şehsüvâr-ı Cihângîr / FÂTİHNÂME’ böyle bir eser. 

Eserin yazarı Turgut Güler, Merhum Ahmet Kabaklı Hocamızın rahle-i tedrisinde yetişmiş, Nihat Sâmi Banarlı’dan üslûp tevârüs etmiş güzide bir kalem erbâbıdır. Bu özelliğini, kitabın kapağını açmadan keşfetmek mümkün olabiliyor.

Türkçenin zerâfeti, uzun hecelerin yazıda ‘^’ işâreti ile belirtilmesi, okuyanın da düzgün bir telaffuzla uzun hecelerin hakkını vermesiyle ortaya çıkar. Türkçeyi bu şekilde dinlemek insana, klasik mûsikîmizin gönüllere ferahlık veren melodilerini dinlemek kadar haz verir. O hazzı, Enderunî Vâsıf’ın, enfes şiirini, aruz veznini bilen şiir okuyucusundan dinlerken de hissetmek mümkündür. Kelimeler, dere yatağından taşlara çarparak âheste âheste ilerleyen su sesi gibi kulakları okşar:

O gül endâm, bir al şâle bürünsün yürüsün                                                                                                        

Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün.

Yürüyen, yerleri anne şefkatiyle okşayarak giden sevgilinin harmâniyesinin etekleri ile birlikte hecelerdir, kelimelerdir.

Nedim’in mısralarında da aynı hazzı bulmak mümkün:

Mest-i nâzım kim büyüttü böyle bî-pervâ seni,                                                                                  

Kim yetiştirdi bu gûnâ servden bâlâ seni?

Fâtihnâme, kelimelerin sayfalar boyunca bediîyatla ülfet ettiği bir kitap.

Doyumsuz edebî hazlar, Mehdi Ergüzel’in ‘Fâtihnâme-i Turgut Güler’ başlıklı takriz yazısı ile başlıyor, Turgut Güler’in ‘Birkaç Söz’ başlıklı girizgâhı ile devam ediyor. Anlıyorsunuz ki kelimeleri kumpasla ölçüp, kuyumcu terâzisinde tarttıktan sonra titizlikle yan yana dizip mısra-ı bercesteler sunan bir kalem erbâbının misâfirisiniz.

Yazar da biliyor: Soyunun iftihar kaynağı, Türk milletinin yetiştirdiği Cihâna değer yüce Sultânı Fâtih Sultan Mehmed Hân’ı anlatacaktır. O’nu, temelinde İslam bulunan Türk kültürü ile bütünleşmiş en mükemmel Türkçe ile anlatmak lâzımdır.

Şu satırlara bir bakar mısınız?

Feridüddin Attâr'ın, Nîşâpûr'da, Bahâeddin Veled'le oğlu Celâleddin (Mevlânâ) hakkında söylediği "Fesübhânallah! Bir ırmak, peşine bir ummanı takmış, gidiyor..." cümlesi, Sultan Murâd-ı Sânî ile oğlu Mehmed için rahatlıkla tekrarlanabilir. Her iki hâlde de, babalar ırmak, oğullar okyanus enginliğinde selâm veriyorlar. Mevlânâ ve Fâtih Sultan Mehmed okyanusları, Mutahhara Hâtûn vasıtasıyla vuslata ermiş, taşıdıkları irsî ve manevî hamûleyi birleştirmişlerdi. Mutahhara, Mevlânâ'nın torunu idi. O’nun kızı Devlet Hâtûn da, Yıldırım Bâyezîd'in "devletlû" hanımı olmuştu. Fâtih'in dedesi Çelebî Mehmed, Devlet Hâtûn'un oğlu, Mutahhara Hâtûn'un torunu sıfatlarıyla, Yıldırım Bâyezîd'in sulbüne kayıt yaptırmıştı. Mehmed gibi, diğer Yıldırımoğulları da hep "Çelebî" unvanıyla anıldılar. Mevlânâ'dan mülhem "Çalab"a mensubiyetin, "Çelebilik" aşısında herhalde büyük hissesi bulunuyordu. Konya'daki "Kubbe-i Had-râ" ile Bursa'daki "Yeşil Türbe" ve "Yeşil Cami", aynı okyanus dalgası ile kıyıya taşınmış görünüyorlardı. "Yeşil ", zaman içinde Bursa'da bir semt bilinmenin ötesinde, şehrin tamâmına hem renk, hem de sıfat olacaktır.

Bursa'nın rûhâniyetini, hiç bozmadan Edirne'ye taşıyanlar da, yine aynı tennûre açılışlarıdır. Sultan Murâd-ı Hudâvendigâr'ın yadigârı olan Edirne; Süleyman, Mûsâ ve Mehmed Çelebilerin saltanat ipini çekiştirdikleri bulanık su çağını atlatınca, yine Meriç'in, Tunca'nın çağıldayan ferah seslerine teslîm oldu. Sultan İkinci Murâd Hân'ın nûr-ı aynı Mehmed, işte böyle bir sükûna ermiş Edirne'de, 30 Mart 1432 (27 Receb 835) Pazar günü, sabaha karşı, Hümâ Hâtûn'dan Dünyâ'ya geldi.

Ve devam ediyor:

Fâtih Sultan Mehmed'in, hepsi ayrı birer şahikaya yükselmiş meziyetleri, elbette O’nun fıtrattan getirdiği kaabiliyetleridir. Ancak, Şehzade Mehmed'in, "Fâtih Sultan Mehmed" olup Dünyâ sahnesinde nice "en'lere elbise biçmesinde, babası Sultan Murâd'ın hürmetli duruşunu, ayrı bir yere koymak lâzımdır. "Fâtih 'çağ'layanı"nın kaynak yerinde, Murâd-ı Sânî'nin babalık menbâı lüle lüle akmaktadır.

Sultan İkinci Murâd Hân'ın, Varna ve İkinci Kosova zaferleriyle taçlanan siyâsî icraatı yanında, hiç ihmâl edilmeyecek bir kültür hamlesi bulunmaktadır. O’nun saltanat dönemini, Türk kültürü ve san'atı açısından değerlendiren otoriteler, "Türk Rönesansı " dedikleri bir hareketin orkestra şefi makamında, Murâd Hân Gâzî'yi görmektedirler. Bahsedilen kendine dönme ve aslını arama rüzgârı, bilhassa Türkçeyi anlaşılır biçimde yazmak, konuşmak gayesiyle esiyordu. Sultan Murâd'daki bu öz dil şuuru, kendisini Kâşgarlı Mahmûd, Âşık Paşa, Ali Şîr Nevâî, İsmail Gaspıralı, Ziyâ Gökalp, Ömer Seyfeddin isimleriyle kulaç atarken resme dâhil ediyor.

Dikkat buyurunuz! Eserin henüz girişindesiniz. Kısacık ‘bir hâne sultâniyegâh peşrev’ değildir dinlediğiniz. Mevlevî âyinlerinde olduğu gibi pek çok makamları dolaşan, usuller arasında gezinen başlı başına bir eser husûsiyetine sâhip girizgâhtır. Ve… Topkapı Sarayı’nda Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından yaptırılan Bâb-ı Hümâyun’dan girer gibi ana bölüme dâhil olunuyor.

*   *   *

“Milâdî 1432 yılının Mi'râc Kandili, 29 Mart'ı 30 Mart'a, 26 Receb 835 Cumartesi gününü 27 Receb 835 Pazar'a bağlayan gece idrâk edilmişti. Edirne'deki Saray'ında, o kutlu geceyi ibâdete hasrederek geçiren Sultan Murâd Hân-ı Sânî, bir tarafıdan da, kulağı kapıdan girecek muştucuda olarak, kıldığı sabah namazının ardından, önündeki rahleye koyduğu Kur'ân-ı Kerîm'i tilâvet ediyordu. Sultan Murâd'ın muradı, başladığı Allah kelâmı bölümünü, Fetih Sûre-i Celîlesi ile bitirmekti. Bu maksatla, 26. cüz'ün başından aldığı kıraati, kendi sesini duyacak şekilde sürdürüyordu. Câsiye ve Ahkâf sûrelerini tamamlamış, "Besmele" çekerek "Muhammed" Sûresi'ne başlamak üzereydi ki, beklediği haberci kapıdan girdi. Rahleden başını kaldıran Sultan Murâd Hân, pencereden süzülmeye başlayan ilk tan ağarması ışıklarıyla parlayan gözlerini, muştuyu getiren Harem Ağası'na çevirdi. Pâdişâh'ın hanımlarından Hümâ Hâtûn, o gece doğum sancıları çekmeye başlamıştı. Saray sağlık ekibinin verdiği bilgilere göre, doğum ân mes'elesiydi. Mi'râc gecesinin sabahına ulaştığı o müstesna dakikalarda, içinde hissettiği "Muhammedî " ferahlık, rahle üzerinde açık duran Kur'ân sahîfesinde de okunuyordu. Muhammed Sûresi'nin ilk iki âyeti, Sultan Murâd'ın hâlet-i rûhîyesine ne güzel tercüman oluyordu: "Ellezîne keferû ve saddû an sebîli'llâhi edalle a'mâlehüm. / Vellezîne âmenû ve amilü's-sâlihâti ve âmenû bimâ nuzzile alâ Muhammedin ve hüve'l-hakku mi'r-rabbihim. Keffera anhüm seyyiâtihim ve asleha bâlehüm. / İnkâr edenlerin ve Allah yolundan alıkoyanların işlerini, Allah, boşa çıkarmıştır. / îmân edip yararlı işler yapanların, Rab'leri tarafından hak olarak Muhammed'e indirilene inananların günâhlarını, Allah örtmüş ve hâllerini düzeltmiştir." Harem Ağası'nın ağzından dökülen cümle, Sultan Murâd Hân'ın, Mi'râc gecesi sabahında girdiği aydınlık iklimi, daha güçlü ışık demetleriyle kuşattı: "Sultân'ım, gözünüz aydın!. Bir oğlunuz oldu. Sulb-i Hümâyûn'uzdan bir şehzadeniz tevellüd eyledi. Allah, hepimize onun uzun ömrünü göstersin, size ve devletimize bağışlasın. Emir, ferman Pâdişâh'ımındır..."    

Mehemmed b. Murād Hān muzaffer dāimā unvânını taşımak kolay değildir. Fâtih Sultan Mehmed Han Hazretleri Peygamber muştusu yüce unvânı da, kutlu ismi de 49 yıllık hayatı boyunca şanla ve şerefle üzerine toz bile kondurmadan taşımıştır.

‘Şehsüvâr-ı Cihângîr / FÂTİHNÂME’ şanlarla şereflerle geçen muzaffer bir hayatı, üst derece muvaffakıyetle hikâye etmektedir.  



Kitabınız sepetinize eklendi
Kapat